11 Ocak 2014 Cumartesi

Paris'te Romantizm: Sacré-Cœur Bazilikası

Versay'da yaşadığımız için, Paris'in tam merkezine gitmek 30-35 dakikamızı alıyor. Bir de tabi trenden inip D trenine, iki durak sonra labirentlerden birine sapıp metronun 5. hattına, sonra yer altından yürüyüp yürüyüp metronun 8.hattına geçmek, hepsinin doğru yönünü tutturup, sağda solda gizlenmiş hatları bulabilmek de işin içine girince, ilk seferinde bende koşarak 2 hatlı güzide metrosuyla, Ankara'ya dönme isteği uyandırmıştı. (Hatların adlarını tamamen uyduruyorum, sakın seyahat rehberi gibi düşünüp ciddiye almayın :)

Fransızların dünya literatürüne katmaktan gurur duydukları bürokrasi kelimesinin gereği olarak arabanın ruhsatı 2 ayda geldi. Biz de arabayla belli bi yere kadar giderek yolu baya bi kısalttık. Farkettiyseniz, arabaya atladık, 15 dakikada vardık Bazilika'ya falan diyemiyorum. Paris'te arabamı şu Bazilika'nın önüne çekeyim, ordan da Eyfel'e gideyim gibi bi durum yok. Park yeri bulunmuyor, çoğu yere arabayla girilmiyor ve özel park yerleri de baya pahalı. Yani araba da bir yere kadar, sonra en yakın dostumuz yine metro ağları. :)

Arabayı Arc de Triomphe'a çok yakın bi yere park ettikten sonra Victor Hugo durağından 2 numaralı metroya binip Anvers durağında indik. Bazilikaya fünikülerle çıkılıyor ve yolu bulmamanız imkansız, metronun içinden başlayarak heryere tabela koymuşlar. Gerçi Fransızların en sevdiğim özelliklerinden biri, evet her yere tabela koymuşlar, ama tabelalar bi noktada (genelde en lazım olduğu noktada) kesiliyor.

Fünikülere giderken bizim yazlık yerlerdeki çarşılar gibi küçük dükkanların arasından geçiyosun, çok güzel hediyelik eşyalar vardı ve fiyatları da hiç fena değildi. Ama asıl olay, bizim zarif kocamla beraber yaptığımız ilk Paris gezisinde vitrininin büyüsüne kapılıp kouignettes denen (bana göre çikolatalı rulo baklava) hamurişi tatlıyı keşfettiğimiz ve sonradan acayip ünlü bi yer olduğunu öğrendiğimiz Georges Larnicol'ün burada da bi şubesini bulmamızdı. Hemen daldık içeri tabi, ama suçluluğumla başbaşa, bu konudan çok bahsetmek istemiyorum. Tatlı diyince gözüm dönüyor arkadaş!

Sonuçta fünikülerle Bazilika'ya çıktık. Harika bi manzarası olduğunu ve tüm romantizminin bundan ileri geldiğini söylememe bilmem gerek var mı? Benim, dünyanın neresinde olursam olayım bi kilise geziyorsam mutlaka mum yakıp dilek dilemek gibi bir alışkanlığım var. Tanrının evindesin, dilek dilemeden geçilir mi? Tabi son 3 yılda 500 tane kiliseyi beraber gezince sabır küpü kocam artık bu işten bıkmaya başladı, oflayıp pufluyor. Bozuk paramız olmadığından mumların başında ceplerimizi karıştırıyoruz, "yok mu sende bi yuuuro?" muhabbeti yapıyoruz. 5-10 adım ötemde de bi adam var, o da ceplerini karıştırıp bana kafasını falan sallıyor. Ben adam bizim paramızı bozacak sandım, sabır küpü kocam adam mum satın alıcak önünü kapatıyoruz sandı, sonuçta biz kenara çekildik, adam parayı attı ama mum almadan gitti! Adam resmen benim mumumun parasını attı kutuya, a dostlar! Ben vicdanım rahat etsin diye elimdeki bozukları da kutuya atıp, mum aldım ve dileğimi diledim. Ama adam o kadar hızlı ortadan kayboldu ki teşekkür bile edemedim. Adam kesin erenlerdendi diyorum, sabır küpü koca dalga geçiyo benimle :) Ama hayat böyle şeylere inanınca daha sevimli bence.

Bu arada kiliseyi çok beğendim. Görece daha yeni bi mimarisi var (1875-1914). Özellikle duvar resimleri çok canlı ve güzeldi. Ayrıca aydınlık ve ferahtı ki genelde Bazilikalar biraz karanlık ve ürkütücü olurlar.

Çıkıp çevreyi gezmeye başladık. Noel pazarını o gün topluyorlardı ve son kalan stantlardan birinde ennnfesss bi sıcak şarap içtik. Sonra ressamlar tepesine gittik, ara sokakları gezdik. Paris'te en zorlandığımız şey nerde ne yiyeceğimize karar vermek. İnternetten bak, git, dışardan bak, restoranı beğenme, başka biryer ara, o ara açlıktan tüken, ilk gördüğün yere otur. Genelde süreç böyle gerçekleşiyor. Yine aynısı oldu ve biz sonunda ressamlar tepesindeki midyeci fransız restoranlarından birine oturduk. Yemek güzeldi, şarap çok tatsızdı, ama en komiği, canlı müzik yapan amca, elinde gitarıyla profilden aynı Kayahan'a benziyordu! Peçeteye "karasaplantım" yazıp göndermemek için kendimizi zor tuttuk. 

Paris'in en gıcık özelliklerinden biri, çok pis bi yağmuru var, yakalasam döveceğim, o derece. Hani Casper'da kötü hayaletler, dillerini dudaklarının arasına sıkıştırıp tükürük saçarlar ya, aynen öyle bi yağmur. Yağıyor desen, kafanı kapatmaya ya da şemsiye açmaya değecek kadar değil, ama yüzün sırılsıklam oluyor, sürekli birisi yüzüne tükürüyormuş hissi, o kadar gıcık ki anlatamam. Dönüşte o yağmura yakalandık işte!

Bu kadar Sacré-Cœur muhabbetinden sonra eve gelir gelmez ilk yaptığımız iş Amelie filmini bir kez daha izlemek oldu. İkimiz de yıllar önce izlemişiz, çok güzel oldu. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder