5 Mart 2014 Çarşamba

Diyetteyiz!!

Anladım ki bu blog işi bana göre değil :) Tam "ah ben bunu bloga yazayım" diyorum ki, "oha çok süper fikir buldum." diyip, yazmaya üşeniyorum! Benim gibi en saçma şeylere bile üşenmeyen bir insanın en sevdiği şeyi yapmaya, yani yazı yazmaya üşenmesi hakikaten çok ilginç..Hiçbir iş yapmıyor gibi görünsem de gün nasıl geçiyor anlamıyorum.

Hepimizin gayet iyi bildiği gibi, ben hayatım boyunca hiç zayıf, slim fit, hatta hayatımın bazı dönemleri hariç fit bile olmamış, baya etine dolgun bir tipim. Aşırı kilo aldığım dönemler dışında da (burdan öss'ye ve kpss'ye selam ediyorum!) bu durumdan pek rahatsız olmadım. Mutluyum anacım ben böyle :) Ben sabah kalktığımda şiş yüzüme ve çapaklı gözlerime bakıp, "ulan amma güzelim yaaa" diyen manyaklardanım :)

Zarif kocamla ilk tanıştığımız zamanlarda, o salata yerken ben whopper menü yerdim. Kendisi öyle dikkat eder kilosuna. Düğünümüze yakın, ikimiz de zayıfladık doğal olarak ve böylece ben o bembeyaz gelinliğin içinde eti puf gibi görünmekten kurtuldum. Amma ve lakin, evlenip de yemekleri ben yapmaya başlayınca, alışveriş yaparken de bize karışan olmayınca ailesi tatile giden çocuklar gibi her türlü abur cubura saldırdık. Yeni evli arkadaşlarım "ayy evlilik insanın düzenini değiştiriyor, bir yılda 5er kilo aldık" derken biz ilk 3 ayda onar kilo almış, Shrek ve Fiona gibi dolaşmaya başlamıştık bile.. Sonunda İstanbul'dan bize kalmaya gelen bir arkadaşımız -artık yemeklere nasıl bir iştahla saldırdıysak- "Allah aşkına yemeyin artık" dedi de durabildik. Sonra sağlıklı beslenme, sebze yemekleri falan derken kiloları verdik, düzen oturttuk kiiiii, bu Fransa işi çıktı.

Aslında ben son zamanlara kadar gayet iyi idare ediyordum. Ama annem Paris'e değil, Etiyopya'ya yerleşiyorum gibi düşündüğünden evde çılgın yemekler, arkadaşlara veda partileri, uzun akşam yemekleri, içkiler, "amaaaaan gidiyorum zaten, bi daha ne zaman Timboo'da hamburger yerim" düşünceleri, ben zaten buraya gelmeden net bi 4 kilo almıştım. Buraya gelir gelmez dünyanın en hain icadıyla tanıştım: Baget ekmek! Vay arkadaş, artık içine nasıl bir un nasıl bir maya koyuyorlar, ilaç mı katıyorlar anlamadım, biz her kahvaltıda bi baget ekmeği iki kişi bitiriyoruz! Hatta son parça için kavga ediyoruz. Peynir desen cennetine düşmüşüz, nutella desen, yahu en büyük boy kavanozu sürekli mi indirimde olur?? Burada herşey pahalı, nutellanın dev kavanozu ucuz.. Resmen kumpas, resmen montaj!! :)

Yani anlayacağınız, ben bir 10 kilo, zarif kocam da en az 7 kilo alarak pehlivan kültürümüzü dünyaya tanıtmayı başardık. Başladık diyete. Sağlıklı besleniyoruz, ev yemeği yiyoruz, karbonhidratı kıstık. Ben kola içmeyi bıraktım ki, hakikaten bu bile başlı başına bir başarı öyküsüdür. En az bi 12-13 yıllık geçmişimiz var yahu cola light'la! (13 sene önce cola light var mıydı hatırlamıyorum ama, yoktu diyecekseniz, diyet koladan bahsediyorum :)

Fransızca kursum başladığından beri, yürümeyi bırakmıştım. Erken kalkmak bana eziyet gibi geliyordu. Hazır yıllaaar sonra işe gitmek zorunda değilim, neden dikileyim sabahın köründe yahu? Ama o iş öyle değilmiş. Geç kalkınca hiç birşeye zamanım yetmiyor, yorgun oluyorum, yüzüm gözüm şiş.. Artık erken kalkıp 10 km.'yi yürüyorum, kursa öyle gidiyorum. O işi iyi düşündüm ben! :)

Evde tartı olmadığından, zayıfladık mı anlayamıyoruz. Tartı almaya da niyetim yok. Yıllarca her sabah - bi de soyunup- tartıldım da ne oldu. Önemli olan, istediğimi giyebiliyor muyum? Daha yeni başladık ama iyi gidiyoruz. Yani şimdilik sorun yok, atıştırma manyağı kocam dışında! Yahu bu erkeklerin sofradan kalkar kalkmaz meyvedir, tatlıdır, kuruyemiştir saldırma manyaklığı nereden geliyor? Evli arkadaşlarımın hepsi aynı şeyden şikayetçi. Şimdi diyetteyiz diye bizimki diyet pirinç patlaklı silindirimsi saçma şeylerden yiyor. Ama akşam 8 den gece yatana kadar! Valla ben kendimi boşuna suçlamışım yıllardır "sürekli bişey yiyorum, ne pis boğazım" diye. Valla ben bi beslenme gurusuymuşum, boşuna kilo almışım :) Şu atıştırma mayaklığını da çözersek, herşey yolunda Houston!


16 Ocak 2014 Perşembe

Bir Pineapple'ın Sporla İmtihanı

Hayatta en sıkıldığım şeylerden biri spor yapmak. Aslında tombul tombalak bir tip olmam dışında spora oldukça yatkın bir bünyem var. Boyum kısa değil, omuzlarım geniş, çabuk yorulmam falan filan.. Ortaokulda beden hocalarım buna aldanıp beni takıma almaya çalıştılar ama nafile. Sevmiyorum arkadaş spor yapmayı. Hele spor salonuna git, üstünü değiştir, kapalı bir alanda diğer insanların ter ve nefesi içinde dilin dışarıda koş, bütün evi siler süpürür bi de üstüne camları silerim daha iyi.

Ailedeki herkes şişman kategorisine girince eve bi tane yürüyüş bandı aldık. İlk heves hergün düzenli yürüyorum, koşuyorum ama 3. ya da 4. günün sonunda o yürüyüş bandının üstüne çıkmak için ayakkabılarımı değiştirmeye bile üşenir oldum. Sonunda, yürürken how i met your mother dizisinin bölümlerini izleyeyim, hem vakit geçer hem de biraz gülerim dedim. Ama bir gün o kadar çok güldüm ki, yürüme hızımı ayarlayamadım ve paaat yürüyüş bandının üzerine düştüm! Güya ben düşünce o güvenlik ipi çekilecek ve bant duracak dimi, nerdeee??! İp, yürüyüş bandından ayrılacağına benden ayrıldı ve ben baya baya çalışmaya devam eden yürüyüş bandının üzerinde bir süre düşmekle kalkmak, durdurmaya çalışmakla kendimi kenara atmak arasında sürüklendim. Bir yandan canım acıyor, bir yandan halime gülüyorum. O günden kalma sol dizimin üzerinde Amerika haritası kadar bi iz var. Gel de spor yapmayı sev şimdi!

Hayatta yapmaktan hoşlandığım iki spor var. Biri gerçekten tempolu yürümek (yavaş olunca sıkılıyorum, koşunca dizim, bileğim, bacağım, her yerim ağrıyor.) diğeri de yüzmek. Ama havuzda debelenip durmayı da sevmiyorum mesela, denizde yüzmek gibisi yok ki! Bu kadar şartlı kaideli spor yapılmıyor tabi, a dostlar!

Ankara'dayken işimle evim yakın olduğu için sabahları işe yürüyerek gidiyordum bi dönem. Üstte takım elbise, altta spor ayakkabı, tuhaf tuhaf bakanlar mı istersin, bırak yürüyüş yolunu kaldırım bile olmadığı için her sabah defalarca ezilme tehlikesi, trafiğin içinde yürüdüğün için soluduğun egzoz dumanı, sinir stres derken, bi yerde bırakmak zorunda kaldım. Daha doğrusu o strese bünyem dayanmadı, yine üşenmeye başladım.

Buraya gelirken en büyük hayalim yürüyüş yollarının olduğu büyük kaldırımlarda yürümekti. Günde 10 km. gibi de bir hedefim vardı. Yürümeye başlamamın 10. gününde 13,5 km. yürüdüm ve en ufak bir yorgunluk hissetmiyorum! Üstelik her gün farklı bir güzergahta yürüdüğüm için sıkılmıyorum ve üşenmiyorum. Resmen hayatım değişti yahu! Bir de bugün, yürürken karşıma çıkan bir kapıdan girdim ve kendimi Versay Sarayı'nın bahçesinde buldum. Bahçeler hergün 18.00'e kadar halka açık ve ücretsiz. Gezmeye gittiğimizde yürüyen, koşan kimse görmediğim için bugüne kadar girmeye cesaret edememiştim. Ama haftaiçi herkes orada spor yapıyormuş, daha bugün keşfettim. Ortada büyük bir haç şeklinde Grand Canal yer alıyor, çevresi de orman. Kanalın kenarında geniş bir yol var, genç yaşlı herkes, kanal boyunca yürüyor, koşuyor, bisiklete biniyor. Kitabını alıp gelip, kanala karşı oturup okuyan da var. Yıllardır hayalini kurduğum şey ve benim ülkemde yok! Gezi Parkı'ndaki ağaçlar kesilmesin diye yaşananları düşününce, şehirlerimizi bu kadar yaşanmaz hale getirenleri ıslak odunla dövesim geliyor!

Geçenlerde Jouy-en-Josas'ta okul kampüsünün içindeki gölün kenarında yürüdük. Ormanın tam içi, ufak da bir göl var, hem gözün gönlün açılıyor hem de temiz hava alıyorsun. Yürüyüşten döndüm, öyle feci bir baş ağrısı ki, adımı söyleyemiyorum. Kafamı kaldırabildiğim ilk anda yatmaya gittim. Ertesi gün anladık ki, beni oksijen çarpmış! Temiz havaya o kadar hasret ki bünyem, azıcık oksijen gördü mü kendinden geçiyor. Ama o da yavaş yavaş insani bir yerde yaşadığımızı anlamaya başladı herhalde, bugünkü oksijen yağmuruna rağmen, hiç bir ağrı-sızı yok.

Bu arada, bu bahsettiğim yerler, şehrin göbeğinde. Yürümeye evin önünden başlıyorum, öyle arabaya binip yürüyüş parkuruna gidip, yürüyüp eve arabayla dönmek yok yani. Keşke Türkiye'ye döndüğümüzde böyle yürüyebilecek olsaydım, inan o zaman üşenmez, 2 saat erken kalkar her gün yürürdüm. Ama Türkiye için özellikle de Ankara için bu tip şeyler uzuuuun bir süre hayal olarak kalacak herhalde.

11 Ocak 2014 Cumartesi

Paris'te Romantizm: Sacré-Cœur Bazilikası

Versay'da yaşadığımız için, Paris'in tam merkezine gitmek 30-35 dakikamızı alıyor. Bir de tabi trenden inip D trenine, iki durak sonra labirentlerden birine sapıp metronun 5. hattına, sonra yer altından yürüyüp yürüyüp metronun 8.hattına geçmek, hepsinin doğru yönünü tutturup, sağda solda gizlenmiş hatları bulabilmek de işin içine girince, ilk seferinde bende koşarak 2 hatlı güzide metrosuyla, Ankara'ya dönme isteği uyandırmıştı. (Hatların adlarını tamamen uyduruyorum, sakın seyahat rehberi gibi düşünüp ciddiye almayın :)

Fransızların dünya literatürüne katmaktan gurur duydukları bürokrasi kelimesinin gereği olarak arabanın ruhsatı 2 ayda geldi. Biz de arabayla belli bi yere kadar giderek yolu baya bi kısalttık. Farkettiyseniz, arabaya atladık, 15 dakikada vardık Bazilika'ya falan diyemiyorum. Paris'te arabamı şu Bazilika'nın önüne çekeyim, ordan da Eyfel'e gideyim gibi bi durum yok. Park yeri bulunmuyor, çoğu yere arabayla girilmiyor ve özel park yerleri de baya pahalı. Yani araba da bir yere kadar, sonra en yakın dostumuz yine metro ağları. :)

Arabayı Arc de Triomphe'a çok yakın bi yere park ettikten sonra Victor Hugo durağından 2 numaralı metroya binip Anvers durağında indik. Bazilikaya fünikülerle çıkılıyor ve yolu bulmamanız imkansız, metronun içinden başlayarak heryere tabela koymuşlar. Gerçi Fransızların en sevdiğim özelliklerinden biri, evet her yere tabela koymuşlar, ama tabelalar bi noktada (genelde en lazım olduğu noktada) kesiliyor.

Fünikülere giderken bizim yazlık yerlerdeki çarşılar gibi küçük dükkanların arasından geçiyosun, çok güzel hediyelik eşyalar vardı ve fiyatları da hiç fena değildi. Ama asıl olay, bizim zarif kocamla beraber yaptığımız ilk Paris gezisinde vitrininin büyüsüne kapılıp kouignettes denen (bana göre çikolatalı rulo baklava) hamurişi tatlıyı keşfettiğimiz ve sonradan acayip ünlü bi yer olduğunu öğrendiğimiz Georges Larnicol'ün burada da bi şubesini bulmamızdı. Hemen daldık içeri tabi, ama suçluluğumla başbaşa, bu konudan çok bahsetmek istemiyorum. Tatlı diyince gözüm dönüyor arkadaş!

Sonuçta fünikülerle Bazilika'ya çıktık. Harika bi manzarası olduğunu ve tüm romantizminin bundan ileri geldiğini söylememe bilmem gerek var mı? Benim, dünyanın neresinde olursam olayım bi kilise geziyorsam mutlaka mum yakıp dilek dilemek gibi bir alışkanlığım var. Tanrının evindesin, dilek dilemeden geçilir mi? Tabi son 3 yılda 500 tane kiliseyi beraber gezince sabır küpü kocam artık bu işten bıkmaya başladı, oflayıp pufluyor. Bozuk paramız olmadığından mumların başında ceplerimizi karıştırıyoruz, "yok mu sende bi yuuuro?" muhabbeti yapıyoruz. 5-10 adım ötemde de bi adam var, o da ceplerini karıştırıp bana kafasını falan sallıyor. Ben adam bizim paramızı bozacak sandım, sabır küpü kocam adam mum satın alıcak önünü kapatıyoruz sandı, sonuçta biz kenara çekildik, adam parayı attı ama mum almadan gitti! Adam resmen benim mumumun parasını attı kutuya, a dostlar! Ben vicdanım rahat etsin diye elimdeki bozukları da kutuya atıp, mum aldım ve dileğimi diledim. Ama adam o kadar hızlı ortadan kayboldu ki teşekkür bile edemedim. Adam kesin erenlerdendi diyorum, sabır küpü koca dalga geçiyo benimle :) Ama hayat böyle şeylere inanınca daha sevimli bence.

Bu arada kiliseyi çok beğendim. Görece daha yeni bi mimarisi var (1875-1914). Özellikle duvar resimleri çok canlı ve güzeldi. Ayrıca aydınlık ve ferahtı ki genelde Bazilikalar biraz karanlık ve ürkütücü olurlar.

Çıkıp çevreyi gezmeye başladık. Noel pazarını o gün topluyorlardı ve son kalan stantlardan birinde ennnfesss bi sıcak şarap içtik. Sonra ressamlar tepesine gittik, ara sokakları gezdik. Paris'te en zorlandığımız şey nerde ne yiyeceğimize karar vermek. İnternetten bak, git, dışardan bak, restoranı beğenme, başka biryer ara, o ara açlıktan tüken, ilk gördüğün yere otur. Genelde süreç böyle gerçekleşiyor. Yine aynısı oldu ve biz sonunda ressamlar tepesindeki midyeci fransız restoranlarından birine oturduk. Yemek güzeldi, şarap çok tatsızdı, ama en komiği, canlı müzik yapan amca, elinde gitarıyla profilden aynı Kayahan'a benziyordu! Peçeteye "karasaplantım" yazıp göndermemek için kendimizi zor tuttuk. 

Paris'in en gıcık özelliklerinden biri, çok pis bi yağmuru var, yakalasam döveceğim, o derece. Hani Casper'da kötü hayaletler, dillerini dudaklarının arasına sıkıştırıp tükürük saçarlar ya, aynen öyle bi yağmur. Yağıyor desen, kafanı kapatmaya ya da şemsiye açmaya değecek kadar değil, ama yüzün sırılsıklam oluyor, sürekli birisi yüzüne tükürüyormuş hissi, o kadar gıcık ki anlatamam. Dönüşte o yağmura yakalandık işte!

Bu kadar Sacré-Cœur muhabbetinden sonra eve gelir gelmez ilk yaptığımız iş Amelie filmini bir kez daha izlemek oldu. İkimiz de yıllar önce izlemişiz, çok güzel oldu. 

7 Ocak 2014 Salı

The Pineapple Incident??

Yaklaşık 2 aydır blog için isim arıyorum.

Bu da tam olarak şu demek: bu 2 ayın ilk 1,5 ayını insanlara "blog için isim arıyorum yeaaaa" diyerek, sonraki 10 gününü "bloga bi isim bulsam yeaaa" diyerek, takip eden 3 gününü "bu da güzel isim olur aslında" diyerek ve son gününü de "bulduğum bütün isimleri kapmışlar uffff" diyerek geçirdim.  

Sonunda dün gece, o isim de dolu, bu adresi de kapmışlar derken, saçma sapan bi şekilde aklıma "the pineapple incident" geldi.

The pineapple incident, how i met your mother dizisinin harikaaa bölümlerinden biri. Hani çok düşünüyosunuzdur da o beynin artık bi noktada kapatılması gerekiyodur ya, hah işte tam öyle.. İzlemediyseniz bi bakın derim. Ayrıca ben hala o ananasın nereden geldiğini merak ediyorum :) 

Bu blogdan benim çok büyük beklentilerim yok, sizin de olmasın zaten. Ben yazacağım, gülüp eğlenip rahatlayacağım, siz de denk gelirseniz okuyacaksınız. Bence anlaşma süper :)